Fırat nehrine hâkim kalesi ve vaktiyle kenti çevrelediği anlaşılmakla birlikte zamanla büyük
ölçüde ortadan kalkmış dış surları ile olduğu kadar günümüze ancak ikisi ulaşabilmiş ve mahallinde
“Urfa Kapısı” (Bâb-ı Ruha) ve “Meçan Kapısı” (Vâdi-i Ceng) diye de bilinen ve kitâbelerinden
Memlûk Sultanı Kayıtbay tarafından 15.yüzyılın sonlarında inşa ettirildiği anlaşılan kent kapılarıyla
dikkati çeken kent, Osmanlı çağında ve 16.yüzyılda Halep ve Bağdat’ın iskelesi olarak gemi kerestesi,
silâh, cephâne, barut ve ticâri emtianın depolandığı bir yerleşme olduğu gibi, başta Hindistan’dan
gelen baharat ve ipek olmak üzere Uzakdoğu mallarının kervanlarla taşınarak Haleb ve Şam yoluyla
Trablus, İskenderun ve Payas gibi Akdeniz limanlarına nakledildiği İpek yolu üzerindeki önemli bir
kavşak noktası olma özelliğini de yüzyıllar boyunca korumuştur.
Yerleşmenin kuzey-batı yönünde yükselerek Ortaçağ kentini taçlandıran tarihî kalenin güney
eteklerinde ve vaktiyle Fırat nehri kıyısında yer aldığı anlaşılan Ulu Cami, kuzey-güney önünde
uzanan dikdörtgen planlı bir oturum alanına yayılan ve farklı tarihlerde gerçekleştirilen tâmir, tâdil
ve tevsii işlemleriyle günümüze ulaşan çeşitli yapılar topluluğunun oluşturduğu bir manzumedir.
Hâlihazırda sıkışık ve düzensiz bir kentsel alanda ve etrafı üç yönden konutlarla çevrili durumdaki
yapının, geçmişte Fırat nehri kenarında yer alan batı cephesinin tamamı, kenti batı sahili boyunca
kateden geniş bir cadde oluşturulmak amacıyla 1970’li yılların başında doldurulmuş; bu fizikî
değişiklik sırasında, anılan cephenin aslî unsurları da caddenin dolgu toprak kotunun altında
bırakılmıştır.
“Birecik Ulu Camii” olarak yayınlara geçen, buna karşılık Max von Oppenheim tarafından
1909 yılında yayımlanan “Inschriften aus Syrien, Mesopotamien und Kleinasien” adlı kitap için
1899 yılında çekilmiş ve “Moschee ed Tekkije el Bahrije” (Bahriye Tekkesi Camii) ibâresiyle
kaydedilmiş olan yapı, farklı tarihlerde gerçekleştirildiği anlaşılan fizikî müdâhaleler dolayısıyla
aslî plan ve strüktürel özelliklerini zamanla kaybetmiş; kezâ, fotoğraflarla belgelendiği 19.yüzyılın
sonlarındaki görünümü de, içinde yer aldığı tarihî kentsel mekânla birlikte zaman içerisinde büyük
değişikliklere uğramıştır. Buna karşılık, manzumeyi oluşturan yapılar topluluğunun hâlihazır plan
ögeleri ve kimi mekânsal düzenlemeler ile 19.yüzyılın sonlarından itibaren çekilmiş fotoğraflarına
bakılarak restitütif bir değerlendirme yapılabilmesi imkânı yine de bulunabilir. Strüktürel özellikleri
kadar, sözkonusu fotoğraflar da, Birecik Ulu Camii’nin, bir bütün olarak, geç Osmanlı çağında
gerçekleştirilen inşa faaliyetlerinin bir ürünü olduğuna tanıklık etmektedir.
Birecik is known to have been a medieval city with its castle overlooking the Euphrates River
and its outer walls, and its city gates, known locally as “Urfa Gate” (Bâb-ı Ruha) and “Meçan
Gate” (Vâdi-i Ceng), which are understood from their inscriptions to have been built by the Mamlūk
Sultan Sayf ad-Din Qa’itbay in the late 15th century. During the Ottoman period in the 16th century,
the city, which became a settlement where ship timber, weapons, ammunition, gunpowder and
commercial commodities were stored as the port of Aleppo and Baghdad, preserved its feature of
being an important crossroads on the Silk Road, where Far Eastern goods, especially spices and silk
from India, were transported by caravans and transported to Mediterranean ports such as Tripoli,
Iskenderun and Payas via Haleb and Damascus for centuries.
The Great Mosque of Birecik, which is understood to have once stood on the banks of the
Euphrates River and on the southern slopes of the historical castle that crowned the medieval city by
rising in the north-western direction of the settlement, is a collection of various buildings that spread
over a rectangular residential area extending north-south and which have survived to the present day
due to renovations, alterations and extensions carried out at different dates. Currently located in a
congested and irregular urban area and surrounded by residential buildings on three sides, the entire
western façade of the building, which used to be located on the Euphrates River, was filled in the
early 1970s in order to create a wide avenue running along the western shore of the city during this
physical change, the original elements of the aforementioned façade were left below the level of the
street’s fill soil.The building, which was published as the “Great Mosque of Birecik” and was photographed by
Max von Oppenheim in 1899 for the book “Inschriften aus Syrien, Mesopotamien und Kleinasien”
published in 1909 and recorded as “Moschee ed Tekkije el Bahrije” (Bahriye Tekke Mosque), has lost
its original plan and structural features over time due to physical interventions carried out at different
dates, and its appearance at the end of the 19th century, when it was documented in photographs, has
undergone major changes over time together with the historical urban space in which it is located.
On the other hand, it is still possible to make a restitutive assessment by looking at the current plan
elements and some spatial arrangements of the group of buildings that make up the landscape, as
well as photographs taken from the late 19th century onwards. These photographs, as well as its
structural features, testify to the fact that the “Great Mosque of Birecik” as a whole was the product
of late Ottoman construction activities.
Primary Language | Turkish |
---|---|
Subjects | History of Architecture |
Journal Section | Makaleler |
Authors | |
Publication Date | June 27, 2024 |
Submission Date | March 8, 2024 |
Acceptance Date | May 20, 2024 |
Published in Issue | Year 2024 Issue: ARIŞ 24. SAYI |