Öz
İhtilaf tabii, fıtrî bir olgudur. İnsanın olduğu yerde tarih boyunca farklı görüş ve anlayışlar hep var olmuştur. Fıkhî ihtilafları değerlendirirken de bu gerçekliği dikkate almak gerekir. İslam hukuk tarihi boyunca naslara ve icmâya aykırı olan, İslam’ın genel ilke ve prensipleriyle ters düşen ihtilaflar tasvip edilmemiştir. İçtihada açık olan konularda liyakat sahibi fakihlerce usulüne uygun şekilde yapılan içtihatlar ve bunun sonucu ortaya çıkan ihtilaflar ise bir rahmet sebebi olarak değerlendirilmiştir. Sahâbe ve sonraki dönemlerde İslam hukukçuları birçok meselede ihtilaf etmişlerdir. Bu durum, bazı marjinal görüşler dışında, bir fitne sebebi olarak görülmemiştir.
İlk dönemlerde daha anlayışla karşılanan ve düşüncede zenginlik kabul edilen ihtilaf-lar, hicrî 2. asırdan sonra eleştirilmeye ve meşrûiyeti sorgulanmaya başlamıştır. İhtilafı yasaklayan bazı âyetlerin genel hükümleri de buna dayanak olarak gösterilmiştir.
Hz. Peygamberin sağlığında iken sahâbe arasında yaşanan bazı ihtilaflar, Allah’ın elçisi tarafından çözüme kavuşturulmuştur. Bu dönemde gerçek anlamıyla bir ihtilaf-tan söz edilemez. Hz. Peygamberin vefatıyla birlikte vahiy kesildiği ve ihtilafların çözüm mercii kalmadığından, ciddi anlamda ilk ihtilafların baş gösterdiğini söyleyebiliriz. İlgili nas veya hükme ulaşmamış olmak, hadisin sağlam bir kaynaktan ulaşmamış olması, farklı anlayışlar, farklı yorumlamalar, unutma ve yanılmalar, sahabe döneminin başlıca ihtilaf sebepleri olarak zikredilebilir.
Tabiîn dönemde ortaya çıkan ihtilaflar daha çok mekân ve bölgeye dayalı ithilâflardır. Sözün hakikat veya mecazî anlamda kullanılması, hadisin bilinip bilinmemesi, hadisin sıhhati, içtihat bilgi ve usûlünün farklılığı ve sosyal çevre başlıca ihtilaf sebepleri arasındadır. Fetihlerle birlikte ortaya çıkan yeni kültür ve anlayışlar, re’y ve hadis ekollerinin etkisi, delile, dil ve coğrafyaya bağlı ihtilaflar da tâbiînin döneminde yaşanan ihtilafların sebepleri arasındadır.
Hicrî ikinci yüzyılın başlangıcından dördüncü yüzyılın ortalarına kadar devam eden müçtehit imamlar döneminde, İslam ülkesinin sınırları İspanya ve Çin’e kadar ulaşmış, sosyal ve kültürel hareketlilik artmıştır. Kur’an ve Sünnete ilişkin kapsamlı yorumlar, sahâbe ve tâbiîn fakihlerinin içtihatlarından oluşan zengin birikim, İslam fıkhının sistemleştirilmesinde güçlü bir veri oluşturmuştur. Tâbiîn döneminde temel eğilimler etrafında bir ekolleşme yaşanırken, bu dönemde söz konusu ekoller içinden “mezhep” adıyla şahıs merkezli yeni bir hukukî yapılanma ortaya çıkmıştır.
Hicrî dördüncü asrın ikinci yarısından Bağdat’ın Moğollar tarafından ele geçirilmesine kadar devam eden süreyi kapsayan “mezhep ve literatür merkezli gelişme dönemi”ne taklit olgusu damgasını vurmuştur. Bu dönemde mutlak içtihat faaliyetleri giderek azalmış, belli bir mezhebe ve önceki içtihatlara sıkı sıkıya bağlı kalma ön plana çıkmış-tır. Bu dönem, aynı zamanda fıkhın kavram, teori ve usûl bağlamında olgunlaştığı ve gelenek halinde kökleştiği bir dönemdir. Bu yüzden “istikrar dönemi” veya “kurumsallaşma dönemi” diyenler de vardır. Bu dönemde mutlak içtihat devri sona erdiğinden, her mezhebin mensupları kendi imamlarına bağlanmıştır.
İslam hukuku, günümüzde dünya genelinde sayıları iki milyara yaklaşan Müslüman toplumlarda hayatı düzenlemedeki etkisini sürdürmektedir. Sosyal hayatın her alanında çok yönlü gelişmelerin yaşandığı, buna bağlı olarak hukukî problemlerin arttığı ve derinleştiği günümüzde, İslam hukuku alanında yapılan çalışmaların bir kısmı kanunlaştırma düzeyinde bir kısmı da başta üniversiteler olmak üzere resmî ve sivil alanda akademik düzeyde sürmektedir.
Fetva merkezli çalışan birçok kurul ve oluşumların yanı sıra, üniversiteler bünyesinde yapılan bilimsel çalışmaların da günümüz fıkıh problemlerinin çözümüne ışık tuttuğu, hukukî temelden yoksun ihtilafların ortadan kaldırılmasına yardımcı olduğu ve sağduyulu yaklaşımların gelişmesine katkı sağladığını söyleyebiliriz.
Teşekkür
İLGİNİZ İÇİN TEŞEKKÜRLER.