Din, hukuk ve ahlakın her üçü de toplumsal hayatı düzenleme amacı güden normatif yapılardır. Aynı şekilde her üçü de değerler alanı ile ilgilenir ve olması gerekene yönelir. Bu yapılar içerisinde din iyi-kötü, doğru-yanlışın belirleyicisi konumunda yer alırken ahlak, dinin belirlediği bu değerlerin kişinin vicdanında bir yankı bularak yaşantıya dönüşmesi ile ilgilenir. Diğer yandan hukukun ise birtakım yaptırımlar koyarak din ve ahlakın hedeflediği değerlerden sapmaları önlemek gibi bir görevi vardır. Kural koyuculuğu ve yaptırım gücü bakımından ilk bakışta hukuk, ahlaktan daha güçlü bir yapı olarak düşünülse de hakikatte öyle değildir. Çünkü hukuk yürürlükte olması için dışarıdan bir güce ve otoriteye ihtiyaç duyan bir takım şekil ve kurallardan ibarettir. Oysa ahlak, varlığının içeriden oluşu yanında hukuka meşruiyet kazandıracak ilkelerden oluşması ve hukuka uygun davranışları teşvik etmesi bakımından önemlidir. Aslında hukukun, otoritesini ahlaki ve vicdani olandan aldığını ve hatta bu ahlaki ve vicdani ilkelerin normatif hale getirilmesiyle oluştuğunu ifade etmek gerekir. Nitekim vicdani-ahlaki değerlere uymayan bir hukuk kuralının uzun süre yürürlükte kalması mümkün değildir.
Hukuktan farklı olarak fıkıh ise iman esaslarıyla ve ahlaki değerlerle olan bağı sayesinde gücünü; katı kurallardan ve yaptırımlardan değil, coşkulu, samimi kişiyi aynı zamanda manevi doyuma da götüren bu yapıların bir bütün halinde senkronize olmuş varlığından almaktadır. Nitekim bu şekil ve kurallar, toplumsal ve kültürel yapılarla bağlantılı olarak değişkenlik gösterir, sonsuza kadar kalıcı ve değişmez değildir. Oysa kalıcı ve canlı olan, akide ve ahlaki değerlerle kurulan bağ sayesinde elde edilen ilkelerdir. Bu ilkelerin ne zaman ve nasıl hayat bulacağı fıkhın geçici ve örfi olan yanını gösterir. Dogmatik yanına tutunarak fıkhı yalnızca bu şekil ve kurallardan ibaret kılmak, onun dinamizmine ket vurmak anlamına gelebileceği gibi fıkhı, hayatta karşılığı olmayan basmakalıp bir yapı haline de dönüştüreceğinden bu bağın kurulması oldukça önemlidir. Esasen Kur’an’da da hukuk ile ahlakın iç içe olduğu görülür. Ahlaki ilkeler ahkam ayetlerinin içerisine yerleştirilmiştir. Böylece Kur’an bir yandan nazil olduğu dönemin uygulamaları üzerinden sosyal ve hukuki yapıyı eleştirirken diğer yandan da ilkesel olan ile yerel olanın ayrımına dair ipuçları sunar. Bu çalışmanın amacı, 14. yüzyılda Anadolu’da önemli bir âlim ve mutasavvıf olan Âşık Paşa’nın Türk İslam geleneğinin önemli manzum metinlerinden olan Garîb-nâme isimli eserinden bu bağın kuruluşuna dair bazı örnekler sunmaktır. Çalışmada din-hukuk-ahlak ilişkisi “adalet” kavramı çerçevesinde ele alınacaktır.
“Adalet” bir değer olarak dinin ve ahlakın konusu olduğu gibi aynı zamanda hukukun da temel amacıdır. Kur’an’da sık sık bir ilke ve değer olarak “adalet” kavramına atıf yapılmıştır. Bu bağlamda adil kişinin özellikleri, adaletin gerçekleşmesinin şartları, gerçekleşmediği takdirde dünyevi ve uhrevi sonuçları üzerine ‘Âşık Paşa’nın yaptığı değerlendirmeler önemlidir. Âşık Paşa Garîb-nâme’de öncelikle bu yolda nefsin terbiye edilmesi, gönlün ve vicdanın eğitilerek kâmil bir dereceye ulaşılması için dini ve ahlaki öğütler verir. Eser, üslubu ve muhtevası ile canlı ve tesirli bir biçimde “adalet” ilkesinin işlenmesi ve içselleştirilmesine dair iyi bir örnektir. Bu sebeple kültürel devamlılık açısından yeni çalışmalara bir ilham kaynağı olarak ele alınması faydalı olacaktır.
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Din Araştırmaları |
Bölüm | Makaleler |
Yazarlar | |
Yayımlanma Tarihi | 30 Haziran 2022 |
Gönderilme Tarihi | 2 Aralık 2021 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2022 Sayı: 48 |