‘Entelektüel gelenek’ derken, aslî gayreti, eşyanın hakîkatine dair canlı bir farkındalık olarak anlaşılan aklı bilfiil gerçekleştirmek olan İslâmi ilim dalını kastediyorum. Geçmişe bakıldığında bu geleneğin üyeleri olarak sınıflandırılabilenler genellikle filozoflar ya da sûfîler olmuştur. Onlar tüm İslâmî öğretilerin -ve aslında, tüm dinlerin- nihaî amacının, insanların kalpte bulunan ilâhî imge olan kendi entelektüel ve mânevî doğalarını uyandırmak olduğunu savundular. Bu geleneğin en ünlü üyelerinden biri olan Gazzâlî, onun başyapıtı İhyâʾu Ulûmi’d-Dîn'in başlığında rolünü 'Dinî Bilgiye Hayat vermek' olarak özetliyor. İbnü’l-Arabî’nin Muhyiddin (Dine hayat veren kişi) olarak adlandırılmasının bu konuyla ilgisi yoktur.
İbnü'l-Arabî'nin 'yaşayan mirasından' söz ettiğimizde, söz konusu hayatın kendisinden daha sonra gelenlere geçtiğini ve bugün de devam ettiğini ileri sürüyoruz. Bir miras 'yaşıyorsa', o zaman kesinlikle kitapların mirası değildir, çünkü kitaplar kendi içlerinde ölmüştür. Bir mirasın yaşamından söz etmek, sadece yaşayan ruhlarda bulunursa mantıklıdır. Öyleyse ne tür bir miras, en büyük ustayı Muhyiddîn ibnü’l-Arabî olarak adlandırabilir? Belki de İbnü’l-Arabî’nin doğumundan iki yüz yıl önce ölen ilk sûfî mürşidlerden biri olan Ebû Bekir el-Vâsitî'nin (ö. 932) bir sözünde kısa ve öz bir yanıt bulabiliriz: ‘Kendi başına yaşayan herkes öldü ve Hakk’la yaşayan ise asla ölmez.
Birincil Dil | Türkçe |
---|---|
Konular | Din Araştırmaları |
Bölüm | Çeviriler |
Yazarlar | |
Çevirmenler | |
Yayımlanma Tarihi | 29 Haziran 2021 |
Gönderilme Tarihi | 18 Mart 2021 |
Yayımlandığı Sayı | Yıl 2021 Sayı: 10 |