The ethics of belief involves an inquiry into what beliefs are legitimate to hold, including religious beliefs. Whatever the criteria determined in such an investigation, adopting a belief that does not meet this criterion is seen as illegitimate and it is considered an ethical violation. English mathematician W. K. Clifford (d. 1879) defines “sufficient evidence” as a criterion in his famous essay, “The Ethics of Belief”. Clifford’s evidence-centered argument becomes one of the most frequent references in the evidentialist objection against theism. It turns out that this argument is not functional in the face of the diversity of beliefs. In this context, different suggestions are presented about what the ethics of belief could be. American philosopher William James (d. 1810), one of the founding names of pragmatism, offers a new proposal. In his classic work, “The Will to Believe”, James claims that Clifford is wrong in seeking the requirement of evidence for all beliefs. Because it is not possible to prove beliefs from the passionate nature of human beings, especially religious beliefs. Following this distinction, James proposes a new criterion for religious beliefs: a religious belief can be vivid or dead, forced or avoidable; and momentous or trivial. If a religious belief is vivid, forced, and momentous, it is necessary to have the courage to believe in it instead of suspending it. James' proposal is often valued as a strong counter-challenge or defense of religious beliefs. However, this argument also has aspects that are open to criticism. One of them is that the will to believe argument concurrently accepts conflicting religious beliefs or, in other words, confronts the issue of religious diversity. According to J. Hick, for example, this argument inevitably results in religious pluralism, even though James does not want to. Contrary to Hick, S. F. Aikin claims that the will to believe does not result in religious pluralism. According to Aikin, who draws attention to the relationship of argument with pragmatism, James obscures religious beliefs and removes them from being claims about truth. Therefore, there is no contradiction in the classical sense. So, which of the objections is valid? Does the will-to-believe argument result in religious pluralism by legitimizing more than one religious belief at the same time, or does it make a purely pragmatic proposition by devaluing religious beliefs? Which religion do I have the right to believe in according to the will to believe? The aim of this article is to provide an answer to the mentioned question. In the article, unlike the current evaluations, it is argued that the argument is closely related to James's theory of knowledge, radical empiricism, not pragmatism as it is usually made. For this purpose, after showing the relationship between the arguments of Clifford and James, the argument will be re-examined in this context and it will be revealed that James has two steps regarding religious beliefs: to make religious beliefs independent from factual beliefs; leaving theism to accept a monistic vision of God and basing religion on mystical experience, which is an emotional experience. As details emerge, it will become clear that James defends a natural religion that excludes traditional religions in his philosophical system and that he defends the beliefs of a humanized religion. With an individual definition of religion based on emotion, James on the one hand ensures the commonality of religious feeling, on the other hand, he makes religion independent from the field of facts. Therefore, with this study, it will be seen that the argument of the will to believe does not aim to legitimize believing in traditional religions, and diversity is not a fundamental problem.
İnanç ahlakı, dini inançlar da dahil olmak üzere hangi inançları benimsemenin meşru olduğuna dair bir soruşturmayı içerir. Böyle bir soruşturmada belirlenen ölçüt her ne olursa, bu ölçütü sağlamayan bir inancı benimsemek doğru görülmez ve etik ihlali olarak kabul edilir. Şüphesiz bu konuda akla gelen ilk isimlerden biri İngiliz matematikçi W. K. Clifford’dır (ö. 1879). Clifford “İnanç Ahlakı” adını verdiği meşhur makalesinde “yeterli delili” ölçüt olarak belirler. Buna göre yeterli delil şartını sağlayan inançlara inanma hakkı varken, bu şartı sağlamayan inançları benimsemek “her zaman, her yerde ve herkes için yanlıştır”. Clifford’ın delil merkezli bu argümanı, teizm aleyhine katı delilci itirazın en sık başvurduğu referanslardan biri haline gelir. Bu itirazda teist, Tanrı varlığı lehine yeterli delili olmadığı halde inancını askıya almak yerine inanmayı tercih ederek yanlış yapmakla veya inanç ahlakının gereklerini yerine getirmemekle suçlanır. Diğer taraftan zamanla bu argümanın inançların çeşitliliği karşısında işlevsel olmadığı da ortaya çıkar. Bu bağlamda inanç ahlakının ne olacağına ilişkin farklı öneriler sunulur. Bunlardan biri pragmatizmin kurucu isimleri arasında yer alan Amerikalı filozof William James’e (ö. 1810) aittir. James “İnanma İradesi” başlıklı çalışmasında Clifford’ı karşısına alarak inançlar arasında nitelik bakımından bir ayrım yapar. James’e göre, Clifford bütün inançlar için delil şartını aramakla hatalıdır. Zira başta dini inançlar olmak üzere insanın tutkusal doğasıyla ilgili inançların zaten delillendirilmesi olanaklı değildir. James bu ayrımın ardından dini inançlar için yeni bir ölçüt önerir: bir dini inanç canlı-ölü, zorunlu-kaçınılabilir, önemli ve önemsiz olabilir. Eğer dini inanç bu nitelik çiftlerinden canlı, zorunlu ve önemli niteliklerine sahipse bu inancı askıya almak yerine ona inanma cesaretini göstermek gerekir. Diğer bir deyişle söz konusu ölçütleri sağlayan bir dini inancı benimsemek, her zaman, her yerde ve herkes için meşrudur. Clifford’ın katı tavrı karşısında James’in önerisi genellikle güçlü bir karşı meydan okuma veya dini inançların bir savunusu olarak değerli bulunur. Ancak bunun yanında bu argümanın da eleştiriye açık yönleri vardır. Bunlardan biri inanma iradesi argümanının çelişen dini inançları aynı anda geçerli sayması veya başka bir deyişle dini çeşitlilik meselesiyle karşı karşıya kalmasıdır. Örneğin J. Hick’e göre, her ne kadar James istemese de bu argüman kaçınılmaz olarak dini çoğulculukla sonuçlanır. S. F. Aikin ise Hick’in aksine inanma iradesinin dini çoğulculukla sonuçlanmadığını iddia eder. Argümanın pragmatizmle ilişkisine dikkat çeken Aikin’e göre James dini inançları belirsizleştirip, onları hakikatle ilgili birer iddia olmaktan çıkarmıştır. Dolayısıyla ortada klasik anlamda bir çelişki yoktur. Peki itirazlardan hangisi geçerlidir? İnanma iradesi argümanı aynı anda birden fazla dini inancı meşrulaştırarak dini çoğulculukla mı sonuçlanmakta yoksa dini inançları değersizleştirerek bütünüyle pragmatik bir öneride mi bulunmaktadır? İnanma iradesine göre hangi dine inanmaya hakkım vardır? Bu makalenin amacı bahsi geçen soruya bir cevap vermektir. Makalede mevcut değerlendirmelerden farklı olarak argümanın genelde yapıldığı gibi pragmatizmle değil James’in bilgi teorisi olan radikal deneyimcilikle yakından ilişkili olduğu ileri sürülerek bu bağlamda yeniden ele alınacaktır. Bu amaçla Clifford ve James’in argümanları arasındaki ilişkinin gösterilmesinin ardından, inanma iradesi, radikal deneyimcilikle ilişkilendirilecek ve bu bağlamda James’in dini inançlarla ilgili iki hamlesi olduğu iddia edilecektir: Dini inançları olgusal inançlardan bağımsızlaştırmak; monist bir Tanrı tasavvurunu kabul edip teizmden ayrılarak dini duygusal bir tecrübe olan mistik tecrübeye dayandırmak. Detayların belirginleşmesiyle James’in felsefi dizgesinde geleneksel dinleri dışarıda bırakan doğal bir din savunusu yaptığı ve insanlaştırılmış bir dinin inançlarını savunduğu belirginleşecektir. James duyguya dayalı bireysel bir din tanımıyla bir yandan dini duygunun ortaklığını sağlamaktayken diğer yandan dini olgular alanından bağımsızlaştırmaktadır. Dolayısıyla bu çalışmayla inanma iradesi argümanının geleneksel dinlere inanmayı meşrulaştırma amacında olmadığı gibi çeşitliliğin de asli bir sorun olmadığı, ayrıca James’in düşüncelerine bütünlüklü bakıldığında kendi sistemi içerisinde tutarlı olduğu ortaya çıkacaktır. Makalenin sonuç kısmında inanç ahlakıyla ilgili meselede dini inançların epistemolojik değerine ilişkin tartışmalara dönülmediği sürece, doğal olmayan yani vahye dayalı müşahhas bir Tanrı’ya ve geleneksel dini inançlara inanmayı meşrulaştırma çabalarının indirgemelerle sonuçlandığı vurgulanacaktır.
Primary Language | Turkish |
---|---|
Subjects | Religious Studies |
Journal Section | Research Articles |
Authors | |
Publication Date | December 15, 2022 |
Submission Date | August 15, 2022 |
Published in Issue | Year 2022 |
Cumhuriyet İlahiyat Dergisi Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı (CC BY NC) ile lisanslanmıştır.