İslâm’da iman edilmesi emredilen esaslardan biri olan âhiretle ilgili
meseleler hem kelamcılar hem de sûfîler tarafından çeşitli yönleriyle ele
alınmış ve zaman zaman farklı yorumlara konu olmuştur. Âhiretle ilgili temel
meselelerde İslâm âlimleri arasında görüş birliği olmakla birlikte ayrıntıya
inildikçe pek çok ihtilafın bulunduğu görülmektedir. Âhiret hayatının çeşitli
meselelerini eserlerinde konu edinen sûfîlerden biri de Alâüddevle Simnânî’dir
(ö. 736/1336). Simnânî, İlhanlılar döneminde, bugünkü İran topraklarında
yaşamış bir Kübrevî şeyhidir.
Gençliğinde, on yıl kadar Budist İlhanlı hükümdârı Argun Han’ın
(1284-1291) hizmetinde bulunduktan sonra yaşadığı mânevî bir hâl üzerine
tasavvufa yönelmiştir. Bir müddet meşrebine uygun bir mürşid aradıktan sonra
Bağdat’ta bulunan Kübrevî şeyhi Nûreddîn Abdurrahmân İsferâyînî (ö. 717/1317)
ile tanışarak ona mürîd olmuş ve seyrüsülûkünü tamamlamıştır. İrşâd icâzeti almasının
ardından şeyhinin isteğiyle memleketine dönerek vefat ettiği 736/1336 tarihine
kadar Sûfîâbâd’daki hankāhında mürîd yetiştirmek ve eser te’lîf etmekle meşgul
olmuştur. Simnânî gerek yetiştirdiği müridler gerek yazdığı eserlerle hem kendi
tarikatına hem de genel tasavvuf tarihine önemli katkılarda bulunmuştur.
Âhiretle ilgili olarak Simnânî’nin, özellikle dünyanın hakikati ve âhiret
karşısındaki konumu, ölüm, kıyâmet ve çeşitleri, cennet ve cehennemin bugün
mevcudiyeti ve bulunduğu yer konusundaki görüşleri dikkat çekmektedir. Bu
makalede onun zikredilen meselelere bakışı eserlerinden hareketle konu edilmiş
ve konuyla ilgili görüşleri kendi sülûk anlayışı bağlamında
değerlendirilmiştir.
Özet: Alâüddevle Simnânî (ö. 736/1336), hicrî
yedinci yüzyılın ikinci yarısıyla sekizinci yüzyılın ilk yarısı içinde kalan
bir zaman diliminde, bugünkü İran topraklarında, İlhanlılar’ın hüküm sürdüğü
bir dönemde yaşamıştır. Ailesinin İlhanlı sarayıyla olan irtibatı, babasının ve
amcasının idârî vazifeleri, kendisinin de istek ve gayretleri neticesinde on
beş yaşlarındayken Argun Han’ın (1284-1291) hizmetine girmiş ve kısa sürede
onun yakınlığını kazanmıştır. On sene kadar ona hizmet etmesinin ardından
yaşadığı mânevî bir hâl üzerine gönlü, içinde bulunduğu hayattan soğumuş,
tasavvufî bir hayata meyletmiştir. O sıralarda yakalandığı ve doktorların
tedavi edemediği hastalığı bahane ederek, iyileştikten sonra geri dönmek
şartıyla, Argun Han’ın yanından ayrılarak memleketi Simnân’a doğru yola
çıkmıştır. Saraydan ayrıldıktan kısa bir süre sonra iyileşmiş fakat geri
dönmemiştir. Ramazan ayının başında, Simnân’a ulaşmış, resmî kıyafetlerini
çıkararak Ebû Tâlib Mekkî’nin Kūtu’l-kulûb adlı eserini esas alarak
nefis terbiyesine başlamıştır. Bir müddet kendi kendine nefis terbiyesiyle ve
şer‘î ilimleri tahsille meşgul olduktan sonra, Kübrevî şeyhi Nûreddin
Abdurrahmân İsferâyînî’nin (ö. 717/1317) müridlerinden biriyle tanışmıştır.
Daha sonra İsferâyînî’yi merak etmiş, onu ziyaret maksadıyla Bağdat’a doğru
yola çıkmıştır. Ancak durumdan haberdar olan Argun Han, Simnânî’nin Bağdat’a
gitmesine engel olmuş, onu yolda yakalatarak bir müddet yanında alıkoymuştur.
Simnânî, bir süre sonra Argun Han’ın yanından kaçarak Simnân’a dönmüş ve
İsferâyînî’ye durumu anlatan bir mektup yazmıştır. Bunun üzerine İsferâyînî,
Simnânî’ye gönderdiği cevâbî mektubunda Bağdat’a gelmesine gerek olmadığını,
kendisinin mânen onun yanında olacağını söyleyerek seyrüsülûke başlamasını
emretmiştir. Simnânî, şeyhiyle yüz yüze buluşma imkânı bulamadığı bu dönemde
hem mektup hem de mânevî âlemde işaret yoluyla onunla olan bağını canlı
tutmuştur. Daha sonraları Simnânî, iki kere şeyhini ziyaret etmeye muvaffak
olmuş ve ondan irşâd icâzeti almıştır.
Simnânî, irşâd icâzeti almasının ardından şeyhinin emriyle memleketi
Simnân’a dönerek burada mürîd yetiştirmek ve eser te’lif etmekle meşgul
olmuştur. Çok sayıda mürîd yetiştiren ve günümüze ulaşan eserlerinin sayısı
doksan civarında olan Simnânî, hem Kübreviyye tarikatı içerisinde hem de genel
tasavvuf tarihi içerisinde önemli bir yere sahiptir. Kübreviyye içerisindeki
önemi öncelikle tarikatın günümüze ulaşan kollarının kendisine dayanıyor
olmasından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda Simnânî, kendi tarikatı içerisinde
kilit bir isimdir. Bunun yanı sıra bazı görüşlerinin Kübreviyye’nin Hemedâniyye
kolunun kurucusu Seyyid Ali Hemedânî (ö. 786/1385) ve Nûrbahşiyye kolunun
kurucusu Muhammed Nûrbahş (ö. 869/1464) gibi tarikatın önde gelen isimleri
üzerindeki tesiri de onun tarikatı içindeki etkisini göstermesi bakımından
önemlidir. Genel tasavvuf tarihi açısından bakıldığında, Simnânî’yle ilgili ilk
dikkati çeken ve en çok üzerinde durulan husus, varlık konusunda
İbnü’l-Arabî’ye (ö. 638/1240) yönelttiği eleştirileridir. Bunun yanı sıra onun
tasavvufa en büyük katkısı, başta Nakşbendiyye tarikatının kurucusu Bahâeddîn
Nakşbend’in (ö. 791/1389) önde gelen müridlerinden Muhammed Pârsâ (ö. 822/1240)
olmak üzere pek çok sûfî üzerinde etkili olan letâif anlayışıdır. Ayrıca
ricâlü’l-gayb hakkındaki düşünceleri ve onlar hakkında kendi mânevî
tecrübelerine dayanarak verdiği bilgiler de kendisinden sonra gelen sûfîleri
etkilemiştir. Mânevî tecrübelerini ayrıntılı olarak yazması, tecellî esnâsında
yaşanan hâllere dâir açıklamaları, nûrun hakikati ve nûrların tafsiline dair
görüşleri ile Kübreviyye tarikatında önemli bir yeri olan havâtır konusundaki
görüşleri de onun tasavvuf tarihine yaptığı katkılar arasında zikredilebilir.
Tasavvufun pek çok konusuna eserlerinde yer veren Simnânî, âhiretle ilgili
meseleleri de kendi sülûk anlayışı çerçevesinde ele almıştır. Dünya ve âhiret
birbirinden ayrı düşünülemeyeceği için onun âhiret anlayışı ele alınırken aynı
zamanda bu dünyaya bakışı da konu edilmiştir. Simnânî, dünyanın birbirinden
farklı üç vechesi olduğu kabulünden hareket ederek insanın dünyayla olan
ilişkisinin de bu üç vecheye göre farklılık kazanması gerektiğini
söylemektedir. Bunlardan ilki dünyanın âhiretin tarlası oluşu, ikincisi
dünyanın terk edilmesi gereken bir yer oluşu, üçüncüsü de aslında bir
hakikatinin bulunmayışıdır. Ona göre âhiret sürekli ve dâimî bir ândan
ibâret iken dünya hayatı geçmiş ve gelecekle kayıtlıdır. Aslında geçmiş ve
gelecek olmadığına göre dünya hayatının da hakiki bir varlığı bulunmamaktadır.
Simnânî ölüm ve kıyâmet konusunu kendi tasavvufî eğitim anlayışı
bağlamında birbiriyle iç içe ele almaktadır. Ölümü, biri zorunlu (ızdırârî)
diğeri irâdî (ihtiyârî) olmak üzere ikiye ayıran tasavvuf erbâbının bu kabulüne
uygun bir şekilde inceleyen Simnânî, kıyâmeti de küçük, orta ve büyük olmak
üzere üçe ayırmaktadır. Buna göre irâdî ölümle nefsinin hevâ ve hevesini, kötü
sıfatlarını zayıflatan sâlik, küçük kıyâmetin ahvâlini müşâhede eder. Böylece
Kur’ân-ı Kerîm’de zorunlu ölümün ardından yaşanacağı bildirilen her şeyi irâdî
ölümle müşâhede eden sâlik, bir daha geri dönüşü olmayan zorunlu ölümü tatmadan
evvel gerekli tedbirleri almak için fırsat kazanmış olur. Kıyâmet konusunda
Simnânî’nin üzerinde durduğu bir diğer mesele, kıyâmetin çeşitleridir.
Kıyâmetin farklı isimlerinden hareketle her biri insanda bulunan latîfelerden
biriyle irtibatlı olan farklı kıyâmetler olduğunu söyleyen Simnânî, bunlardan
her birinden kurtuluşun da farklı bir amelle mümkün olduğu kanaatindedir.
The hereafter, one of the main
pillars of Islam, has been discussed by both theologians and Ṣūfīs from various
angles and interpreted in many different ways. Although there is consensus on
the main subjects, there are a lot of controversies in details. One of the
Ṣūfīs who authored on diverse problems over the hereafter is ʿAlāʾ al-Dawla
al-Simnānī (d. 736/1336). He was a Kubrawī shaykh during the Īlkhānid
era. He inclined towards the Ṣūfī path after serving the Buddhist ruler
Arghun (r. 1284-1291) for ten years, thanks to a spiritual experience he had.
He met with Nūr al-dīn ʿAbd al-Raḥmān al-Isfarāyīnī (d. 717/1317), a Kubrawī
shaykh based in Baghdad, and became a disciple of him, granted ijāza (a
certificate of authority) from him. Upon his shaykh’s order, he turned back to
his hometown and spent his life until his death, in his Ṣūfī lodge raising
disciples and writing works. He had contributed greatly both to his own order
and to the literature of Ṣūfism with his disciples and
written works. As regards to the hereafter, his opinions on the reality of this
world and its position against the next, death, the doomsday and its kinds, the
existence of the paradise and the hell today and their present location are
remarkable. In this article, his views over those problems are discussed in the
context of his understanding of mystical training.
Summary: ʿAlāʾ al-Dawla al-Simnānī (d.
736/1336) lived between the second half of the seventh century (h.) and the
first half of the eighth century, in today’s Iran, during reign of the
Īlkhānid’s. Thanks to the connection of his family to the Īlkhānid court, his
father and uncle’s administrative positions at the court and his will and
efforts, he started to serve Arghun (r. 1284-1291) around the age of fifteen
and gained his personal intimacy. After serving him for ten years, he
experienced a spiritual transformation and inclined towards a mystical life. He
left Arghun for his hometown Simnān, on the pretext of his disease that
courtier doctors could not treated, but under the condition that he would turn
back after he recovered from the disease. He got better just after a while but
did not return. He arrived Simnān at the beginning of a holy month of Ramadan,
took off his formal clothes and began to mystical training himself based
on Abū Ṭālib
al-Makkī’s Qūt al-qulūb. After a while, he
met with one of the disciples of Nūr al-dīn ʿAbd al-Raḥmān al-Isfarāyīnī (d. 717/1317) and
wondered about him. Then left Simnān for Baghdad with the intention of visiting
him. However, Arghun was informed about this and prevented him from going to
Baghdad, withholding him for some time. After a while, Simnānī escaped from
Arghun and returned to Simnān and wrote a letter to al-Isfarāyīnī on this incident. In
response, al-Isfarāyīnī said that he does not
need to visit Baghdad, al-Isfarāyīnī would be with him
spiritually and ordered him to start his training. Simnānī kept his connection
alive with his shaykh during this period via letters and spiritual meetings but
he could not meet with him face to face. Afterwards, he could meet him twice
and granted ijāza from him.
After that, upon his shaykh’s
order, he turned back to Simnān and engaged with disciples’ mystical trainings
and authoring books. He gained an eminent position in both his order and history
of the Ṣūfism, upbringing
too many disciples and writing around ninety works. His importance in the
Kubraviyya rooted firstly in the fact that the extant sub-branches of the order
have him in their silsila (spiritual genealogy). In this
regard Simnānī is a key actor within his order. Besides, it is significant that
he had great impact on the founders of two branches of the Kubraviyya, i.e.
Sayyid ʿAlī Hamadānī (d. 786/1385) and Muhammad Nurbakhsh (d. 869/1464)
that indicating his influence among the order itself. When examined from the
angel of the history of the Ṣūfism, the most apparent and distinctive point
regarding Simnānī is his criticism against Ibn ʿArabī (d.
637/1240) on the problem of being. Notwithstanding, his supreme contribution to
the Ṣūfism is his doctrine of latāif, which particularly
influenced Pārsā (d. 822/1240), a leading disciple of the founder of the
Naqshbandiyya. Likewise his mystical experiences and thoughts on rijāl
al-ghāib had also influenced subsequent Ṣūfīs. His thoughts on the
problem of khawātir, which is crucial component of Kubravī
path, and detailed information given in his books regarding the lights (anwār)
and the truth of nūr as well as his explanations about the
situations experienced during the manifestation of God can be listed among his
contributions to the history of the Ṣūfism.
Simnānī who wrote on various
problems of Ṣūfism, dealt with the problem of the Hereafter in the context of
his understanding of initiation. For the world cannot be disunited from the
Hereafter, as his understanding of the Hereafter is examined, his view of the
world is studied as well. With reference to the presupposition that there are
three distinct dimensions of the world, Simnānī says that man’s relationship
with the world should be differentiated according to following three aspects:
the world’s being a plantation for the hereafter, the world’s being a place
that should be abandoned and the world does not have a reality. According to
him the hereafter is a continuous moment, whereas the worldly life is bound by
the past and the future. Since the past and the future do not have a real
being, hence the world as well does not have real being.
Simnānī embraces the death and
the Doomsday in an intertwined fashion in the context of his own understanding
of mystical training. Approvingly the consensus of the Ṣūfis, he divides the
death into two: necessary and voluntary. And he divides the Doomsday into
three: big, middle and small. According to this, the wayfarer who has weakened
his soul’s evil attributes via the voluntary death observes the situations of
the small doomsday. Thereby the wayfarer who observed everything that is
depicted in the Quran that will be experienced after the necessary death, gains
time to take necessary precautions before the necessary death, which is
irremediable. Another issue that Simnānī raises regarding the Doomsday is the
sorts of the Doomsday. Based on the different names of the Doomsday, he says
that there are different doomsdays each of which is related with one of
the latāif situated among human faculties. Ultimately
salvation from those doomsdays is possible with a different good deed. Another
point that Simnānī comes up with is the problem of existence of the paradise
and the hell today. He thinks that the paradise and the hell both exist today,
with reference to his own kashf. He relates this narrating the
verses and the traditions, which support his view. Besides, he accepts that
there are two paradises and hells, one is inside the human nature and the other
is out there. According to Simnānī, entering the outer paradise without
observing one’s inner paradise is nonsense. This is possible only through a
spiritual journey from one’s external being into his/her internal being. In the
end, this can only be accomplished via the voluntary death.
Primary Language | Turkish |
---|---|
Subjects | Religious Studies |
Journal Section | Research Articles |
Authors | |
Publication Date | June 15, 2019 |
Submission Date | March 12, 2019 |
Published in Issue | Year 2019 |
Cumhuriyet İlahiyat Dergisi Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı (CC BY NC) ile lisanslanmıştır.